Benim için bu yılın en ikonik yarışı hiç şüphesiz İstanbul Boğaziçi Triatlonu’ydu. Aslında yılın başlarında yoğunlaştırarak atıldığım koşu macerasının, yıl içerisinde bir triatlon yarışını göze alabileceğim kadar ileriye gidebileceğini hiç tahmin etmiyordum. Ancak Runtalya ve İstanbul Yarı Maratonu yarışlarından sonra son derece temkinli koşmama rağmen elde ettiğim ilerlemeyi görünce, Eylül ayının takviminde bana göz kırpan İstanbul Triatlonu için zihnimde “neden olmasın?” sorusu uyandı. Doğduğum, büyüdüğüm şehri ortadan ikiye ayıran boğazın sularında yüzmek, sudan çıktıktan sonra kulaçlarınla kat ettiğin suyun iki yakasını birleştiren köprüde pedallamak ve en sonunda ise köprünün haşmetini izleyerek kıyı şeridinde koşmak kulağa enfes geliyordu.
Bir triatlon yarışını hedef takvime koymak gibi bir girişimde bulunmaya niyetlenince nicedir kafamda yer eden bir antrenörle çalışma fikrine de hız vererek, bulunduğum kondisyon seviyesini analiz edebilme ve triatlon hedefinin gerçekçiliğini bana dışarıdan bakan profesyonel bir göz aracılığıyla sorgulama imkanına erişmiş oldum. Olumlu geri dönüşler almamın ardından İstanbul Boğaziçi Triatlonu tüm gerçekçiliğiyle takvimdeki yerini almış oldu.
Antrenman programı konusunda profesyonel destek almaya başlamamla birlikte 2 yıldır itinayla kendimi sakınabildiğim korona hastalığına yakalanmam aynı zamanlara rastladı. Yıl başından itibaren artırarak sürdürdüğüm koşu performansımı son derece hızlı şekilde kaybetmeye başladım. Benim hastalığım kalp ritmimi hiç tahmin etmediğim ölçüde etkileyen düzeydeydi. Evin merdivenlerini son derece yavaş bir ritimle tırmanırken dahi 200W güçle pedal çevirirken gördüğüm nabız değerleri olan 150 bpm seviyelerini görüyordum. 5 gün karantina sonrasında evin işlerinden bir tanesini üstlenerek PTT’ye gitmek için dışarı çıktığımda yaklaşık 500m’lik yürüyüşe kalbimin nasıl cevap vereceğini merak eder haldeydim. Günden güne işler normale döndü. Spora dönüş sürecinde “Return to Play” protokolünü izlemeye özen gösterdim. Bu protokolde hastalığın tam anlamıyla iyileşmesi sonrasında günden güne artan şiddet seviyesiyle spora kontrollü bir dönüş gerçekleştiriliyor. Haliyle hastalık biittikten sonra eski antrenman yoğunluğuna dönmek 1-2 haftayı bulabiliyor. Hastalık sürecini de dahil edersek antrenman programından yaklaşık 3 haftalık bir kopuş yaşamış oldum. Eski kondisyon seviyesine ulaşmak ise tabiki daha da uzun zaman aldı. Fitness seviyesi hesaplarına göre bu süreç yaklaşık 2 ayı buldu. Fakat iyi tarafından bakmak gerekirse, bu Covid macerası, sporda devamlılığın ne kadar önemli olduğunu kanıtlamasıyla bana antrenman motivasyonu konusunda çok güçlü bir farkındalık kazandırmış oldu: “Bırakırsan hızlıca geri düşersin, o yüzden mızmızlanmayı bırak ve antrenmanını yap!”
İşlerin düzeldiği noktada takvimler Mayıs ayının sonlarını gösteriyordu. Eylül başındaki yarışa kadar 3 aylık bir zamanda periyotlama yapmak zorundaydık. Hedefimiz elbette dereceye girmek olmadığı için çok fazla kasmayıp, yarışı sağlıklı şekilde makul bir zaman diliminde bitirmeyi hedef olarak belirledik. Bu takvimde 1,5 – 2 aylık base antrenman döneminden sonra brickler ve intervallerle bezeli kısa bir yüklenme döneminden sonra ilk kez bir triatlon yarışını deneyimlemek üzere hazırdım.
Yarıştan Bir Gün Önce
Yıllarca Avrupa yakasında oturmuş bir İstanbullu olarak köprü geçme eziyetine bulaşmadan “İstanbul’a geldim” diyebildiğimiz için heralde kişisel tarihimin en hızlı Ankara – İstanbul yolculuğunun ardından Beykoz’a vardık. İspark alanına triatlon yarışçılarının ücretsiz alınması özel hissettiren hoş bir jestti. Denize hasret Ankaralılar olarak hemen kendimizi boğaz kenarına attık. Yüzme parkurundan çıkış noktasının analiziyle yarış kritiğine başladık. Geniş bir bölgeye yayılmış yarış alanındaki bilindik markaların stantlarını gezdikten ve ekonominin gidişatı karşısındaki tedirginliğimizi kâh sevecen kâh argo ifadelerle beyan ettikten sonra yarış kitlerimizi alıp bisikletlerimizin başına döndük. Benim ilk triatlon yarışım olacağı için her şeyi kusursuz ve eksiksiz yaptığımdan emin olmak istiyordum.

Triatlon duayenlerinin tavsiyelerini ve oluşturdukları ekipman kontrol listelerini defalarca okumuş biri olarak hazırlık sürecinin altından, hem temkinliliğim hem de kontrol dışı gelişebilecek olayların (bisiklette yaşanabilecek teknik sorunlar) şansımın yaver gitmesiyle yaşanmaması sayesinde iyi bir şekilde kalktığımı düşünüyorum. Özellikle değişim alanının analizini uzun uzadıya yapmamız yarışta çok kolaylık sağladı. Bisikletleri değişim alanına bıraktıktan ve ekipmanları sandığa uygun düzende yerleştirdikten sonra sanki yarışıyormuş gibi değişim alanına girerek her iki değişim sürecinin de provalarını yaptık. Yüzmeden nerede çıkacağız, nereden gelip değişim alanına nereden gireceğiz, değişim alanında bisikletime nasıl ulaşacağım, bisikletle birlikte nereden çıkacağım, bisiklet bittiğinde nereden geleceğim ve koşuya nereden başlayacağım gibi soruların cevapları üzerinden prova yapmak son derece faydalı oldu. Özellikle antrenörüm ve arkadaşlarımdan “yüzme sonrasında hafif sersemlik olabilir, değişim alanına girdiğinizde karşılaşacağınız görüntüyü ve adım adım sizi bisikletinize götürecek rotayı zihninize kazıyın” tavsiyesinden yola çıkarak bisiklete ulaşma ve sırasıyla kask, eldiven, çorap ve ayakkabı gibi ekipmanları kuşanma provası ile bu ekipmanları uygun sırada sandığa yerleştirme işini de yapmış olduk.
Her şey tamam olduğunda, yarış sabahından önceki akşamın getirdiği “pre-race syndrome” kapıyı çalmaya başladı. Aslında bir triatlon yarışı için yapılması gereken onca hazırlığın ve onca kontrolün eksiksiz şekilde yapılmış olduğunu bilmenin getirdiği rahatlama ve sabah uyandığında henüz daha gün aydınlanmadan bir yarışa girecek olmanın heyecanıyla karışık bir duyguydu yaşadığım. Ya sabah 5:00’da değişim alanına kontrol için girdiğimde bisikletimin lastiğinin patladığını görürsem ne olacaktı?
Yarış Sabahı
Neyse ki gece boyunca beynimi tırmalayan sorular ve yarış heyecanıyla birlikte uykunun önünde duvar olan küçük endişelerin sabah 5:00’da değişim alanına girdiğimde yersiz olduğunu gördüm. Hem zaten her ihtimale karşın gerekli ekipmanlarımız vardı ve en önemlisi değişim alanına gerekli zamanı bırakacak şekilde gelmiştik. Hiçbir aksilikle karşılaşmayınca insan beyni tabiki sonsuz düşünüyor: keşke bir yarım saat daha uyusaydık!
5:15’te yarı çıplak yüzlerce insanla birlikte bizi yarışın başlayacağı Küçüksu iskelesine götürecek otobüslere binerek yüzmesi yaklaşık 45 dk sürecek olan mesafeyi kat etmek üzere yola çıktık. Çok ilginç bir tecrübeydi. Birçok kişinin yüzündeki baskın ifadeler: uyku, heyecan, hafif bir üşüme ve “ben bu saatte neden buradayım” sorusuydu. Kısa süren yol boyunca boğazdaki akıntının geçen yılki yarıştakine kıyasla çok düşük olduğu ve yüzme etabının zor olabileceği konuşuldu.
İstanbul boğazının Karadeniz’den alçak seviyede bulunması ve Karadeniz’i besleyen Tuna, Dinyeper gibi nehirlerin getirdiği suyun Karadeniz’deki tek çıkış noktasının İstanbul boğazı olması nedeniyle boğazda genellikle Kuzey – Güney yönlü yüzey akıntısı olur. Bu durum tabiki o günkü hava koşullarına ve özellikle rüzgara bağlı olarak değişir. Güneyden esen rüzgarın şiddetine bağlı olarak akıntı kimi zaman yavaşlar kimi zamansa tam tersine kuzeye yönelebilir. Yarıştan bir gün öncesinde yapılan teknik toplantıda da akıntının az olabileceği söylenmişti. Anlaşılan yarışın yüzme etabı için en büyük güvencemizi kaybetmiştik.
Küçüksu iskelesine ilk giden 50 kişi arasındaydık. Hava zifiri karanlıktı. Yapılacak en mantıklı şey oturup sohbet etmekti. Yarış 6:20 gibi başlayacaktı. Sohbetin koyuluğuyla akıp giden zaman içerisinde alan birçok triatletle doldu taştı. Yarış öncesi beynimi kemiren sorulardan biri de wetsuit giyip giymemekti. Ben antrenörüm ve arkadaşlarımın tavsiyesiyle giymemeyi tercih etmiştim. Hem su sıcaklığının yüksek olması, hem de henüz daha ilk triatlon deneyimimde değişim zamanının içerisine wetsuit çıkarmak gibi bilinmeyen bir denklem sokmamak için tercih etmemiştim. Alana dolan insanların çoğunda wetsuit vardı.
Yüzme
Sabah 6.20 sularında gün ağarırken start verildi ve Pazar sabahı bütün İstanbul’un uyuduğu kör bir saatte gemi trafiğine kapatılmış boğaz sularına atladık. İlk hissettiğim şey suyun beklediğimden çok sıcak oluşuydu. Dışarısı daha soğuktu. Start öncesi yaşa göre sıralama yapılmış ve nispeten genç kategoride olduğumuzdan suya giren ilk sporcular arasındaydık. Benden sonra suya atlayacak olan kişinin bacaklarını kafamda hissetmemek için hızlıca kulaçlamaya ve start alanından uzaklaşmaya başladım. Boğazda yüzme hissi çok güzeldi.


Yüzmede izlenecek rotanın oldukça önemli olduğunu ve belirli bir strateji yürütülmesi gerektiğini biliyordum. Planımı da buna göre yapmıştım. Bu planı belirleyen şey esasında boğazdaki akıntıların dinamiğiydi. Her ne kadar boğaz ortasında Kuzey – Güney yönlü güçli bir yüzey akıntısı olsa da, kıyıya yaklaştıkça özellikle boğaz hattının girinti ve çıkıntıları nedeniyle ters yönlü anaforlar ve girdaplar oluştuğunu biliyordum. Eğer mesafeyi kısa tutmak gibi bir hedefle boğazda kıyı hattından yüzmeye kalkarsanız bu ters kıyı akıntıları nedeniyle mesafeyi kısaltayım derken gafil avlanıp çok yorucu bir yüzme etabı kat etmek zorunda kalabilirsiniz. Bu nedenle kıyıdan yüzmek yerine önce geniş bir açıyla boğazın ortalarına doğru yüzüp sonrasında ise açıktan kıyıya paralel şekilde yüzmek gibi bir planlama yaptık. Bu plan çerçevesinde suya girer girmez açığa doğru yüzmeye başladım. Tabi yüzmenin hengamesi içerisinde önümde kıyıya paralel yüzmeye çalışanlar nedeniyle bir süre istediğim açıyı yakalamakta çok zorlandım. Sonrasında etrafımdaki alanın açılmasıyla birlikte açığa doğru yüzdüm. Açıklığın derecesini ise köprünün büyüklüğünü baz alarak yapmayı kararlaştırmıştık. Tecrübeli kişilerden aldığım taktiğe göre olması gereken açıklık köprü ortasının biraz soluydu. Dolayısıyla açığa yüzme sırasında ara ara kafamı kaldırıp köprüye göre konumumu belirlemeye çalıştım. İstediğim açıklığa geldikten sonra açımı düzeltip kıyıya paralel yüzmeye başladım. Bu andan itibaren kıyıya çok yakın yüzen bir sürü insan olduğunu gördüm. Yarış öncesinde söylendiği gibi akıntı çok düşük seviyedeydi. Dolayısıyla kıyıdaki ters akıntılar da beklenen seviyeden düşük olmalıydı. Kıyıya yakın yüzenler bu ters akıntılardan ne derece etkilendiler bilemiyorum ama yüzme esnasında açıktan yüzmenin daha akıllıca ve her şeyden öte daha keyifli olduğunu düşünüp durdum.

Köprünün altından geçerken bir an ters yüzmeye geçip köprüyü seyretmek istedim. Yüzme stilini aniden değiştirince başım döndü ve sersemledim. Hemen standart serbest stile geri döndüm. Köprüyü kulaçlar arasında verdiğim eslerde karşıdan izlemekle yetindim. Stil değiştirince vücudumun hızlıca tepki vermesi ve hemen başımın dönmesi sudan çıktığımda neler yaşayabileceğimin küçük bir simülasyonuydu.
Boğazda kaybolmadan, düzgün ve ritmik bir tempoda, 42 dk gibi benim için iyi bir sürede yüzmeden çıktım. Yarıştan önce birçok kişinin uyardığı gibi yüzme sonrası sersemlik halini hemen yaşadım fakat bu durum beni negatif anlamda neredeyse hiç etkilemedi. Yarış öncesinde planladığımız şekilde kafamdaki tüm sıralı aksiyon listesini uygulayarak değişim alanına girdim ve sorunsuz şekilde hazırlanarak bisikletimi alıp alandan çıktım.
Bisiklet
Bisiklet kendimi en güçlü hissettiğim, kişisel spor geçmişim içerisinde de en çok geriye giden ve en deneyimli olduğum branştı. Dolayısıyla bu etapta birçok kişiyi geride bırakmayı hedefliyordum. Yüzmede bacaklarımı çok fazla yormamaya çalışmıştım. Eksik kalan kuvvet antrenmanlarının da bir sonucu olarak kollarımı güçsüz ve yorgun hissediyordum fakat zaten yarışın bundan sonrasında supplementleri ağzıma götürme işi dışında kollarıma çok fazla ihtiyacım olmayacaktı.

Beklediğim şekilde güçlü bir bisiklet etabı oldu. Köprü tırmanışı sırasında benden önce sudan çıkan birçok kişiyi geçtim. Köprü ve bağlantı yolundaki düz parkurda attığımız 2 turda da geçtiğim kişiler oldu ama yüksek hızlara çıkıldığında aerobar olmayışının eksikliğini hissettim. Hem yüzmede yorulmuş kollarıma aerobar ile daha nazik davranabilmek hem de gövdemi yatırıp yüksek hızlarda rüzgar direncinden daha az etkilenmek amacıyla aerobar gerekliydi. Bunları düşünerek güçlü şekilde çevirmeye devam ettim.
Köprünün üzerinde pedallamak harikaydı. Ara ara kafamı kaldırıp rüzgar direncimi artırmak pahasına köprü manzarasını seyrettiğim oldu. Yolun köprüyle birleştiği noktalardaki geçişte bir bisikletçinin düştüğünü gördüm. Organizasyon buraya halı sererek geçişi yumuşatmaya çalışmış fakat tabi bu önlem yeterli olmamıştı. 25mm genişliğindeki iki teker taşıtla buradan geçerken düşmek gidon hakimiyetindeki çok ufak bir kontrolsüzlüğe bakıyordu. Bu yüzden bu noktadan her geçişimde azami dikkat gösterdim.
40km bisiklet mesafesini 1 saat 11 dakika sürede 32 km/sa ortalama hızla birçok profesyonel TT bisikletten önce tamamlamıştım. Üstelik koşuya daha diri bacaklarla girebilmek amacıyla, TT geometride bir bisiklet kullanmıyor oluşumun da bilinciyle, etap boyunca temkinli yaklaşarak sürmüştüm. Değişim alanına geldiğimde kendimi oldukça iyi hissediyordum. Provalarda yaptığım şekilde ikinci değişimi de sorunsuz gerçekleştirdim ve artık en çok korktuğum son etapta, koşudaydım.
Koşu
Koşu en çok bilinmezlikle dolu olan branştı benim için. Henüz düzenli koşmaya başlayalı 1 sene bile olmamıştı. Ben daha önceki yarı maraton tecrübelerimi ve koşudan önce yüzme ve bisiklet etaplarında yorulacağımı düşünerek 6 pace ortalamayla koşmayı planlarken antrenörümün 5:30 pace tavsiyesiyle irkilmiştim. Onca yorgunluğun üstüne 5:30 pace ile koşabileceğimi hiç zannetmiyordum. Bir süre koşsam bile koşunun sonlarına doğru patlayabileceğimi düşünüyordum. Ancak yarış öncesi antrenman düzeyimi yakından takip eden hocam benim bu pace’i rahatlıkla çıkarabileceğimi hatta koşunun sonlarına doğru hızlanabileceğimi söyleyince şaşırdım. Bu yorumun gazıyla bisikletten sonra koşuya 6 pace ile başlayıp 1 – 2 dk içerisinde hızlıca bacaklarımı 5:30 pace’e oturtarak koşmaya başladım.
Bisiklette geçtiğim insanların 5:30 pace’ten çok daha iyi bir hızla koşarak beni geride bırakacaklarını biliyordum. Nitekim öyle de oldu. Yanımdan birçok kişi geçti fakat ben kendime verdiğim sözle hiçbir şekilde gaza gelmeyerek hızlanmadım ve bacaklarımdan ansızın gelebilecek kötü bir mesajın tedirginliğiyle sabit 5:30 pace’te koşmaya devam ettim.
Koşunun sonlarına yaklaştıkça bacaklarımdan herhangi bir kötü sinyal almayacağımı, işlerin gayet yolunda gitmekte olduğunu anlamaya başladım. Bu andan sonra biraz daha hızlanmak mümkündü. Aslında antrenörümün yarıştan önce söylediği an tam olarak buydu. Kendini iyi hissettiğin anda hızlanabilirsin demişti ama ben henüz ilk triatlon yarışımı koşuyor olduğumun farkındalığıyla, yarışın sonlarına doğru nabzımı patlatmaktansa, işin biraz daha keyfini yaşamak isteğiyle sabit tempoda koşumu sürdürdüm. Katıldığım yarışın muhteşemliğini ve Pazar sabahı İstanbul’daki milyonlarca insanın döne döne uyurken, bu yarışa katılarak ter döken beş yüz küsür insanın ne muhteşem bir anda yaşamakta olduğunu düşündüm. Son düzlüğe girdiğimde sorunsuz bir triatlon tecrübesini geride bırakıyor olmanın mutluluğunu yaşıyordum. Koşu etabını 50 dk sürede tam 5:30 ortalama pace ile bitirerek yarışı tamamladım.
Sonuç
Değişim zamanlarıyla birlikte toplamda 2 saat 54 dakika sürede yaşta 32. olarak yarışı tamamladım. Benimle benzer sürede yarışı tamamlayanlara göre yüzme ve bisiklette daha iyi, koşu ve değişimlerde harcadığım sürelerde daha kötüydüm. Ortaya çıkan tablo açıkça koşuda kendimi daha iyi bir noktaya taşımam gerektiğini ve değişimlerde elimi biraz daha hızlı tutmam gerektiğini söylüyordu.

Çıkarılacak bir sürü ders, sonuçlardan hareketle şekillendirilecek bir sürü antrenman olsa da, kısa spor deneyimimin tartışmasız en keyifli yarışını bitirmenin sevincini yaşıyordum. Daha önce tekil koşu ve bisiklet yarışlarına katılmış ve o yarışları bitirdiğimde de benzer sevinç duygularını hissetmiştim fakat bir triatlon yarışını bitirmenin yaşattığı duyguların çok ayrı olduğunu deneyimleyerek gördüm. Büyük ve daha derin bir planlama, organizasyon ve strateji gerektiren çok yönlü bir yarışın, yarış boyunca hissettirdikleri çok başka olduğu için yarışı bitirdikten sonra hissedilenler de çok başka oluyor tabi haliyle. Yarışı bitirdiğim anlarda içerisine girdiğim duyguyu hakkını vererek anlatabileceğimi sanmıyorum.
Teşekkür
Kısa spor ve antrenman geçmişime dönüp baktığımda geldiğim noktayı hayretle izliyorum. Hafta sonları Eymir’de süreriz diye aldığımız katlanır bisikletlerle başlayan hikaye buralara kadar geldi ve harika bir triatlon yarışı keyifle ve sağlıkla tamamlandı. Triatlon tek kişilik bir yarış gibi görünse de, arka planda bu yarışın güzel ve sorunsuz geçmesini mümkün kılan çok kişi var. İyi ki varlar..
İstanbul yolculuğunu paylaştığımız, neşesi ve tüm güzel düşünceleriyle hafta sonunun tüm anlarını güzel kılan arkadaşım @alphalimapapa’ya, bu hikayeye en başından beri tanıklık eden ve destekleyen kardeşim @kivancozkarayel’e, bisiklet kulübüm @sifiralti.cc ve kulüpteki çok değerli pedaldaşlarım ve bisikletçi dostlarıma, triatlon kulübüm @ankyrasporkulubu ve kulüpte bilgi ve deneyimleriyle bana rehber olan arkadaşlarıma, beni benden iyi tanıyan, nerede nasıl güç basabileceğimi bilen, beni bu yarışa aylardır itinayla hazırlayan antrenörüm @onerakten’e, 3 yıl önce ilk yol bisikletimi aldığım günden bugüne değişen ve büyüyen hayal ve hedeflerime ortak olan, benimle heyecanlanan ve günlük hayatı antrenman programıma göre şekillendirmemizi sağlayan canım sevgilim @busra_baykan_’a, her zaman tüm desteklerini hissettiğim ve bu yolculuğu da heyecanla takip edip destekleyen anne ve babama teşekkür ediyorum. Sizler olmasaydınız bu hikaye başlamadan biterdi.
Hedef
Zehir vücuda salındı bir kere. Önümüzdeki sezonda yeni ve daha büyük hedefler için çalışmaya devam. Bu sporun gerektirdiği disiplin, plan ve organizasyon kabiliyeti hayatı güzel ve anlamlı kılıyor.
[…] önce yayınladığım ayrı bir yazıda yazdığım için burada çok ayrıntıya girmeyeceğim. (Link) Fakat bu yazının taşıdığı 2022 yılı genel perspektifinden baktığımda, yarışın, […]
BeğenBeğen